Kuşkonmaz en sevdiğim sebzelerden. Yetiştirmek içinde çeşitli kereler plan yaptım hala aklımın bir köşesinde. Yemek olarak belki 10 veya daha çok değişik versiyonları denedim. Her durumda şahanedir Hatta bir ara story’lere koyduğum kuşkonmazlı yemeklerden dolayı üretici şirketlerin sahibi benmişim gibi siparişler bile alıyordum DM’den.
Mart sonu topraklar ısınmaya başlayınca kuşkonmazlarda sivrilip toprağın dışında yüzlerini gösterirler. Toprak üstünde birkaç günde 25 cm. geçer ve kesilecek hale gelirler. Çok yıllık bir sebzedir. İlk ürün 3. Yılda ve fidan ile 12 yıl neredeyse hasat yapılabilir. Yabanisi de farklı adlar altında yöresel pazarlarda zaman zaman satılır.
Biraz pahalıdır. Ama bugün marketlerde sebze fiyatlarını görünce kuşkonmazın hakkı diyorum. Ben genelde ilk sezonun başları Mart ayında ve temmuz gibi sonlarda almak yerine en uygun bol olduğu nisan sonu mayıs ve haziran aylarında almayı tercih ederim. En uygun fiyat dengesi de oluşunca bol bol alır derin dondurucuya zor günler için koyarım.
Bu kuşkonmaz omlet bir sabah Belgrad Ormanı koşu sonrası evde kendime yaptığım. Yeni şeyleri çoğunlukla ilk kendimde denerim. Kuşkonmazlar biraz ince. Yumurtanın akı ve sarısı ayrıştırılmış halde. Yanda bir tavada çeri domates, biberler.
Annemin “oğlum hepsi mideye gidiyor karışıyor ne gerek var bu kadar uğraşmaya” derdi. Ben yemekleri sadece karın doyurma aracı bir beslenme aracı olarak bakmıyorum. Malzemenin alınmasından pişirilmesini hayale etmekten servi tabağındaki hali bir bütünlük içinde görüyorum. Hepsi büyütün içinde keyif veren parçalar.
Bu omlet fotosu eski Instagram hesabımda vardı. Kapanmış ve geri alamamıştım. Oradan bazılarını zaman zaman tekrar yayınlıyorum.
Yemek, hayattaki anlamlı davranışlardan biridir. Nasıl yaptığınız çok önemli.
Eski zamanlarda tuvalete gidildiği orada su için ibrik alınır, ibriklerin başında da ibrikçibaşı olurdu. Kişi tuvalete gittiğinde oradaki ibriklerden birini alır, İbrikçibaşı “Onu alma bunu al” der. Aynı kişi ertesi gün tekrar gittiğinde bu kez dün önerileni almak ister. İbrikçibaşı “onu alma şuradaki al” der. Kişi her gittiğinde sürekli “onu alma bir başkasını al” diye duymaktan bıkar. “İbriklerin hepsi aynı. Neden her defasında bu şekilde onu alma bunu al diyorsun” der. İbrikçibaşı da “ben koskoca ibrikçibaşıyım. O kadar da forsum olsun değil mi” der.
Her kim ki makamının mevkiinin unvanının verdiği yetki ile öyle olmasında böyle olsun dediğinde benim aklıma nedense ibrikçibaşı fıkrası gelir. Bakın etrafınıza ne çok ibrikçibaşı vardır. Kamusal işler veya klasik devlet işleyişinde çok fazla ibrikçi başı vardır.
Her durumda sonucu belli konularda illaki benim dediğim olsun durumu farklı bir ruh halidir. Kişi kendini içerikle amaçla değil de yaratılan süreç ile oyalar. Hoş gelir bir zaman bu şeyler. Bununla geçiştirilir. İlla da o olmasın bu olsun dendiğinde bir zaman sonra “yeter” denir. “ben istediğim ibriği alıyorum. Sonuçta hepsi bir temizliğe hizmet edecek. Amaç da bu değil mi?” denir ve yola devam edilir.
Hayatın bir yerinde sorunu çözmek ve kolaylaştırmak ile sorun yaratmak ve işi yokuşa sürmek zorlaştırma ile karşılaşırız. Kişi bazen çözümün bir parçası olmak ister, el atar. Bazen sorunun bir parçası olur, dert katar.
Hayat yolunda seçenekler zaman zaman bizi de bu yol ayrımına sürükleyebiliriz. Nerede durduğumuz bütünsel tercihlerimizin de bir yansımasıdır. Yani sorunu çözmek isteyenler veya en azından nötr kalıp zarar vermeyenlerle sorunu yaratıp çözülmez hale getirenler basit, anlık bir tercih değildir. Bütünün yansımadır.
“Ne yapmalı? Nasıl yapılır? Ne olsa daha iyi olur? demek size çözümle ilgili seçenekler sunar. Düşünceler çözüme odaklanır. Kısmen neden olmadığını da iyi bilmek önemlidir. Ancak asıl önemli olan ileriye bakmaktır.
Çözümsüzlük genelde sorunun kendisine değil yansımasına odaklandığında ortaya çıkar. Bir anlamda çözmek değil de çözülmediğinde ne olacağı önemlidir. Hatta çözümsüzlük bazen talep de yaratır ilgiliye. Belki çözer umudunu yaşatır bir süre. Oysa sorunu yaratan çözümü yaratamaz. Sorunun kendisi çözümün parçası olmaz. Sorunu çözmek yerine ibrikçibaşılık yapıp yeni yeni başka sorunlar yaratır habire.
Sorunların artması çözümleri sis gibi bir süre gizler. Oysa sis dağılır; gün, tüm aydınlığı ile ortaya çıkar. Çözüm umuda göz kırpar.
Zamanın birinde Ankara’da genç bir uzman yardımcısı göreve başlar. Çay ocağından iki çay söylemek için telefonu açar ve “Bana iki çay” der. Telefonun ucundaki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben Müsteşar Yardımcısıyım” der. Genç uzman yardımcısı da hemen “Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar. Müsteşar Yardımcısı “bilmiyorum” der ve genç uzman yardımcısı hemen çat diye telefonu kapar.
Biri “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda bu fıkra aklıma gelir. Yaşanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Benim de 17 yıl kamuda eski Hazine Müsteşarlığı’nda çalıştığım dönemde buna benzer hikayelerimiz, yaşanmışlıklarımız vardı.
Biri “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda aslında kim olduğunu muhtemelen bir kimlik üzerinden göstermek istiyordur. Bu kimlik de genellikle abartılmış hatta üstüne tam uymamış daha çok etiket, unvan tarzıdır. Sonradan edinilmiştir. Eklendiği için de aslında kişi henüz onu içselleştirmemiştir. Eğreti durur. Yama gibidir.
Diğer kimliklerinde hiçbir şey olan biri bu yeni kimliğine sıkıca sarılır ve ancak onunla var olur. “Sen benim kim olduğunu biliyor musun?” derken de aslında karşısındakinde olmadığını düşündüğü bir şey olma halinin egosu dışa vurur. Ya unvanı olan birinin yakınıdır ya bir makama atanmış, ya bir şekilde aniden zengin olmuş ya da bir camianın içinde olmanın verdiği kabadayılıkla korkusunu bastırıp dayılanmış biridir.
Genelde ortak olan, aslında yama gibi duran bu kimlik gittiğinde geri kalan halin göreceli bomboşluğudur. O nedenle yeni kimliği daha değerlidir. Her fırsatta göstermeye çalışır. Onun verdiği ayrıcalıkları her defasında kullanmak ister.
Kişi illaki karşıdakinden yeni kimliğinin görülmesini ona değer verilmesini ister. Ankara’da herkesin başkanım/müdürüm diye çağrılması bundandır. Kim olduğu bilinirse ancak değerlidir. Sıradanlık kahredicidir. Eskiyi hatırlatır. Bu yüzden de o yeni kimliği oyuncak bulmuş çocuk gibi sahiplenir. Bir türlü bırakmak istemez. Dış onay ister. Onsuz bir hiçtir.
O kimliği gitse bile onun duymak hoşuna gider. Hele bir de tekrar “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyebilecek konumu elde etme olasılığı varsa ve egosunu kabartmak için etrafından onu eski kimliği ile çağırır. Kişinin hayal dünyasında yitirilmiş kimliğin varlığı bir süre daha devam eder. Ön planda olmak ister farklı yollar dener, döner, değişir, yeni kapıları çalar.
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tavşanın suyunun suyu gibi en yakından en uzağa kadar yayılır. Özel kalem, makamın gücünü kullanır. Komutan eşi diğer eşlerin de komutanıdır. Ankara’da dayısı olan hep hatırlatır etrafındakilere kim olduğunu. Birinin yeğeni olmak, bir büyüğün eşi olmak, çocuğu olmak tüm kapıların açılması için yeterlidir.
Yüksek perdeden her konuşma aslında söylenecek bir şey olmadığını gösterir. “Kuyumcu bağırarak mal satmaz” denir. Kim olduğunu soran biri kim olduğunu bilmeyendir genellikle. Adalet terazisinin dengesini bozarken ortaya çıkar, hakkından fazlasını alırken, hak hukuk tanımazken veya ayrıcalıklar talep ederken olur.
Normal ayıp kaçar çünkü. Nasıl eşit olabilir ki? O nedenledir ki en küçük mevki sahibi gösterişli makamlar yapar kendine, en pahalı araçlara biner, çakarlı araçlar, korumalar, eskortlar olsun ister. Biri çantasını taşısın, kapı koluna bile dokunmasın, leb demeden “aman efendim peki efendim hay hay efendim” diyenler olsun ister. El pençe divan durulsun, hesap sorulmasın, dediği ikiletilmesin ister. Öneri dinlemez, emir verir. O kimlikte her şeyi en iyi o bilir. Olur da bunlar eksik olursa “sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye hatırlatma ihtiyacı duyar.
Gün olur devran döner. Bir gün kimlikler saçılır ortaya. Hakk’ın divanında mı halkın divanında mı dara çekilir. Hesap verir. Biri sorar o zaman “Sen kendinin kim olduğunu biliyor musun?
Küfür edemiyorum. Keşke edebilsem. Bazen gerekli. En büyük küfürüm veya ağır sözüm belki gerzek. Geri zekâlı anlamında. Bu zekası eksik değil de normal zekasını kullanmayanlar için bir ifade diye algılamak gerek. Çok da fazla kullanmam. Onun yerine gerzeklik sınır kavramını geliştirdim. Etraf gerzeklik dolu ve her defasında gerzekliğe yorum yapmak yerine ancak belirli bir sınır aşınca aksiyon alıyordum. Bu hayatta, işte, yaşamın her alanında. Kontrol bende ise belirli bir gerzeklik sınırına kadar toleransım gelişti. Takmıyorum, görüyorum ama normal karşılıyorum.
Örneğin devlette 17 yıl kadar çalıştım. 1990 yılında yabancı bir bankadan devlete geçerken o günkü ODTÜ’deki hocalarımdan bazıları devlet çok kötü geçme demişlerdi. Serde ODTÜ’lülük vardı. Kötü ise bir yerinden düzeltmeye başlamak gerekti. Çalışırken o kadar abuk şeyler olurdu ki; çözüm üretmek yerine sorun yaratan şeyler. İyi okul mezunu ama iş üretirken bir şekilde aklını zekasını bir yerlerde unutmuş, kiraya vermiş olanlar. Durup bakardım. Anlamakta zorlanırdım. Çoğu kere her gerzeklik durumuna hemen tepki vermezdim. Zaman tanırdım kendime, ertesi günü beklerdim bazen. Sonra başka bir gerzeklik olunca da bir önceki kaybolurdu. Yine tepkiyi öteler, ertesi günü beklerdim. Ama bazı günlerde bazı konularda gerzeklik sınırı aşılırdı. O zaman tepkim de anında olurdu.
Yıllardır örneğin seçim dönemlerindeki pankartlara tepki vermeyi bıraktım. Zekâ düzeyimle alay eden gerzeklik seviyesindeki şeylerle muhatap olmadım. Beynimin tek hücresini bile o pankartlardaki alışılmış sloganlara abukluklara yorum için kullanmamaya başladım. Çok da iyi oldu. Yoksa işyerinden çıkıp da eve gelene kadar yolda onları okuyarak ilerlemek trafik kazasına neden olacak sinir bozukluklarını yaratacak cinstendi. Muhtemelen o sloganların da alıcısı vardır ki o kadar pankartlar hazırlandı ve karşılığı oy olarak alındı. Yoksa sloganı yazanlar gerzek mi? Şimdi haberleri izlerken de arada iktidar/muhalefet politikacıların demeçlerine de aynı şekilde bakıyorum.
Bugüne geldiğimde daha sakin huzurluydum. Depremde göz göre göre bir çadır bile kuramayan, iki tas çorba dağıtamayan, bir battaniyeyi üşüyenin sırtına veremeyen asli görevi afetlere hazırlık olan kurumların çaresizliğini, açıklamalarını, enkaz altında on binler varken “moloz” kaldırma ve 1 yıl sonra bitecek ev planlarını, “kader”ine terk edilenleri görünce ülke olarak bir sınıra gelmiş olabileceğimizi düşündüm.
Bu deprem ülkemizde gerzeklik sınırının fazlasıyla aşılmasına ve bunun fark edilmesine neden oldu ise bir kazanç yaratacak. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemek, her defasında suçu “Allah”a havale etmek ve yine aynı şekilde düzene devam etmek son olur diye bir umut var içimde.
Bazı değişimler sancılı olur, gerzek olanlar gerzekliğini bilmez, başkası bilir. Anlamasını da beklememek gerekir. Ülke olarak yüksek kat vaadinde bulunan belediye başkan adayına oy veren, imar affını dört gözle bekleyen, kağıt üzerinde mevzuatını AB standardı yapıp, insan kalitesini bürokratik düzenini Ortadoğu bataklığında unutan, insan canı pahasına her türlü hırsızlığı gönül rahatlığı ile yapanlar, yeşil dolar tapkınları, buna çanak tutan, izin veren, göz yuman, bakan, görmeyen, idrak etmeyen her kimse kimlerse sanırım artık tıkandı bir yerde.
Gitmiyor, bu kadar. Bu kadar gerzeklik fazla. Benim için de gerzeklik sınır aşıldı. Yeter.
Not: Bu foto Kazdağları doğa yürüyüşünden. Dağda doğada bunu görmek ne güzel, ama şehrin göbeğinde bina enkazının buna benzemesi üzüntü verici.
Ben oldum olası türküleri mırıldanmayı çok severim. Çocukluk anılarımda bol bol cem törenleri, âşıklar, türküler var. Kısas Köyü de âşıklar cenneti. Bereketli topraklar. Urfalıyım ama sesi en kötü Urfalı. Zaten “ben Urfalıyım ama Urfalılar benden değil” derim. KelebekCobani blog sayfamda “Acı biber ve kırmızı çizgiler” başlıklı yazımda bahsetmiştim.
Derler ki Urfa’da sokaktan birini bulup sahneye çıkarsan albüm yapacak sesi vardır. Ben o değilim. Hırs yapıp rakı masasında en azından detone olmadan eşlik edeceğim üç beş güzel türküyü okuyacak kadar şan dersi alma planlarım var, o ayrı.
Tek başıma veya kızımla yürüyüşlerimizde ben sürekli kötü sesimle türkü mırıldanırım. Bugünkü gençlerin çok da dinlemediği müzik türü, türküler. Mırıldanırken kızım “Baba! Lütfen söyleme” derdi. Ben de “Kızım söylerken ben mutlu oluyorum”. O da “Baba ama ben mutsuz oluyorum” derdi.
Bazen de “Baba sen türkü söyleyince cildime zarar veriyor” derdi. Yani söyleme de ne yaparsan yap. O zamanda susup ben de içimden söylemeye devam ederdim. “Baba, duyuyorum” derdi. Ya da biliyordu ki türkü söylemeden babam durmaz.
İçinden söylenenleri de duymak ne güzel. Benim de olmuştur. Arada tahmin edebiliyorum düşünceleri. Bu durumda da “o zaman benim ne düşündüğümü biliyorsun söylememe gerek yok” denebiliyor. Bildiğimi gizliyorum ya da bildiğimi sanıyorum. Neyseki konumuz türküler.
Makul bir süre içerisinde “duduk, mey, kaval” ile sesim yerine nefesimle eşlik edeceğim onlara. Kelebeklere çobanlık yapacak isem gerekli değil mi?
Türküler ile ilişkim hayatımın her alanında sanırım devam edecek. Pozitif psikoterapide artık eğitimler bitti. Bir yıldır tez vereceğim. Kaynaklar konu her şey tamam oturup yazmak gerek. Tez konum türkülerdeki dert kavramı ile pozitif psikoterapide danışanın getirdiği sorunlar, semptomlar arasındaki ilişki. Türkülerdeki derdi dert edinmişim yani.
Türküler ki insanlarımız her türlü duygularını onlar aracılığı ile dile getirmişler. Çoğu dertle ilgili, tabibin saramadığı dertler. Derde derman olan, bin derman ile değişilmeyen dertler. İnsanımız, başına gelen şey için felekten hesap sormuş türküler aracılığı ile.
Kimi zaman alaya almış, söğüt dalına yuva yapan mandaya türkü yakmış. Kimi zaman başkaldıran tombul memeler dolaysıyla kavuşmayan düğmeleri yazmış. Ya da eş diye koynuna sokulan bir uşak çocuk dolaysıyla sitemde bulunmuş, iki dağın arasında sıkışan gelin.
Pir Sultan olmuş, Hızır Paşaya ve onların yeni versiyonları basmış kalayı, biat etmemiş. “Şah” dediği için dara çekilmiş. Dostun attığı gülden incinmiş de zalime uyanların attığı taşa ses etmemiş.
Türkü söylediği için yakılmış, kendisi can yakmamış, “Türküler yanmaz” demiş. “Çalacaksak saz çalalım” demiş. “Halk aşığı” okuryazar değil diye hor görülmüş, takii o türküleri Ruhi Su okuyunca bir başka bakmış.
Neşet gibi “cahil olup dünyanın rengine kanmış” ama bu kanmalar kendi çıkarına, işine geldiği için olmamış, aşk için kanmış, öyle sanmış.
Âşık Veysel olmuş “Derdimi söylemem dertsiz insana, dert çekmeyen dert kıymetin bilmez” demiş. Nasrettin Hoca damdan düşünce her kafadan bir ses çıkıp öğütler çoğalınca “bana damdan düşen birini getirin” demiş. “Beni bu derde salanı getirin” demiş. Derde derman aramışlar, derde düş olmuşlar.
Çoğu aşk için, ayrılık için yazmış, çığırmış. Tartmış ayrılığı, ölüm elli dirhem fazla gelmiş. Ya da Karacaoğlan gibi her gördüğü güzel yakmış abayı. Gördüğü üç güzelin büyüğünü de sevmiş küçüğünü de. Karar veremediğinden mi haksızlık olmasın diye mi bilinmez. Her güzelin hakkını vermiş.
En çok da umutla bakmış yarınlara. Onca acı yoksulluk dert içinde. “Ne de olsa kışın sonu bahardır, bu da gelir bu da geçer” demiş. Yaşamın her anını ya ağıtla ya halayla karşılamış. Ama hep günün sonunda sabaha uyanacağını düşlemiş.
Dilden dile bugüne gelmiş. Aynı türkü Türkçe de, Ermenice de, Farsça da, Kürtçe de türlü dillerde okunmuş. Farklı kelimelerle anlatmışlar. Kim önce söylemiş bilinmez. Aynı pınardan su içen bülbül olmuş, şakımışlar. Ağıtlar yakmışlar aynı melodi üstüne, el ele halaya durmuşlar. Ama duyunca sazın telini, dudukun meyin kavalın sesini her birinin yüreği aynı yerden tınlamış, aynı duyguları yaşamışlar.
Türküler etrafında birleşmişler, cem olmuşlar. Dilden dile kalpten kalbe dolaşıp durmuşlar. Denir ki türküler var oldukça ülkemiz de var olacaktır. Hayatınızda türküler olsun, aşk olsun. Türkü dinlemeyen, şarap içmeyen haddini bilmeyen hayatımızdan uzak olsun.
Dün kamp yerinde alışveriş için şehir merkezine inerken dar yayla yolunda çamur dolaysıyla çekme karavanı ile yolda kalmış birine rastladık. 4 kişilik zıpkın gibi fişek gibi delikanlı ekip ile ona yardım edip en azında geri dönmesini sağladık.
O arada ben yol kenarında küçük meyveleri olan bir ağaç gördüm. Yürüyüşlerde meyve bulmak, dalından yemek benim için ayrı bir keyiftir. Bilen bilir, dalarım hemen. Algılarım iyi çalışır. Biraz da zorlanarak ve kayıp düşmeyerek bir miktar koparabildim. Görüntüsü biraz muşmula gibi idi ama değildi. Büyüklüğü ise iri fındık tanesi kadardı. Koparıp hemen yediğimde koyu renkli olgun olanların tadı bildiğim Trabzon hurmasına çok yakındı. Ama küçücük olması şaşırtıcıydı. Yabani armut, ahlat da küçücük nerdeyse aynı boyda. Demek ki yabani olanlar öyle aşılanmayı bekliyor sessizce veya kendi hayatını sürdürüyor öylece.
Bugün de dönüş yolunda arabayı durdurup ben yine daldım ağaca ve daha fazla topladım bu kez. Biraz önce eve vardığımda Google amcaya sordum ki “Yabani Trabzon Hurması” imiş. İlk kez yiyordum. Çekirdeklerini sakladım.
Kaldığımız yer Yalova/Çınarcık’a 30 dk. mesafede Erikli Şelalesi Kamp alanı. Onlarca çadır yeri için dere yanına, ağaç altlarına, hatta üstlerine ve orman içinde ağaçlardan yer yapılmış. Küçük bir restoran ve tertemiz tuvaleti olan ulaşımı kolay bir yer. Çadırda kalmam diyenler için bungalovlar da var. Sahibi de oldukça ilgili, düzgün, aklı başında biri. Ateş yakmak için hazır odunlar da var. Etrafta bol tavuk, ördek, köpek var. Kampçılarla kaynamışlar. Yaz dönemi hariç genellikle çok sakin. Hele bu mevsimde bayağı az kişi vardı. Cumartesi gelenler olmasa neredeyse bir tek biz vardık. Yazın gittiğimizde çok zor çadır yeri bulmuştuk. O zaman bile çok keyif almıştık. Kalabalığı hissetmemiştik.
Kamp yerinden 15-20 kısa bir yürüyüş ile şelalelerin olduğu yere gitmek mümkün. İsteyen yaprakların üstünde dalların arasında orman içinde de yürüyüş de yapabilir. İsteyen kamp ateşi etrafında pinekleyebilir.
Yarın Pazartesi, dünyevi hayat bizi bekliyor. Ama bu kez daha hazırım haftaya, hayata.
Son zamanlarda daha sakin, daha pozitif ve daha andan zevk alır hale doğru evrildiğimi fark ediyorum. Oysa bakınca neredeyse gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz ve bize söylenen her alandaki işler hiç de “Şimdi Reklamlar” ve eskiden çokça meşhur “İcraatın İçinden” gibi değil.
Sızlanmak, negatifi tartışarak var olan enerjimizi de tüketmek yerine neler yapılabilir veya en azından neler iyi diye bakılabilir. Bizimle ilgili etrafımızla ilgili olumlu şeylere odaklanıp bunları artırdığımızda, iyiliklerimizi paylaştığımızda eminim ki dış koşullar resmi haber kanalları dışındaki var olan dünya koşulları değişmese de “yaşamak güzel şey be kardeşim” denecek çok şey olduğu görülecek.
Ben bundan dolayı mutluyum. O yüzden hem toplulukları önemsiyorum ama bireyin kendisinin de oldukça önemli olduğuna inanıyorum. Evet “bir şeyler var değişecek” önce bireyden başlayacak.
Bazen basit şeyler için enerjimiz kalmaz. Normalde bol keseden destekler, çözümler “Hadi şimdi!” dediğinizde o kitlelerden bir şey istediğinde veya eyleme geçmeleri gerektiğinde “hüloğğğğ” sesleri geliyor mu? Emin değilim. Düşünce ve eyleme geçiş arasında uzun ince bir yol vardır.
Benim çok sevdiğim bir karikatür vardı. Nedense kaydetmemişim bir yere de kopyalamamışım. Önde biri bir pankart taşıyor. “Destekliyorum.” Arkada koca bir kalabalık, herkes “ben de” pankartı taşıyor. (orijinali “Karşıyım” idi bu arada, küçük bir değişiklik yaptım). Düşündüğünüz ne ise az da olsa eyleme geçirin.
Ben “İyi bir düşüncenin çok da anlamı yok, eyleme dönük hali yok ise” derim. Örneğin bana büyük ikramiye çıksa bunun yarısını ihtiyacı olanlara dağıtırım” diye düşüncenin benim için ahlaki bir değeri yok”. Ama cebindeki 100 TL’nin yarısını paylaşıyorsa, en ihtiyaç anında yanında oluyorsa daha değerli değil mi?
Bence bu düşünceyi destekleyen küçük büyük eylemler o kişinin o düşüncesinin değerini artırır diye düşünüyorum. Sorsan herkes paylaşımcı, etik, ahlaklı, liyakata değer veren, eşitlikçi vs. gerçekte fırsat eline geçse ne olur; Zayıfı gördüğünde ezer mi? Makam mevki verildiğinde reddeder mi?
Aktüerya Biliminde biz buna “Kredibilite Teorisi” diyoruz. Daha önceki yaşanmışlıklarına, eylemlerine deneyimlerine bakar, onların sonuçlarına eğilimine değişimine göre gelecekte yapabileceğin şeyleri tahmin etme hali. Bir anlamda yaptıkların yapacaklarının teminatıdır.
Böyle bakınca “De get! Senden adam olmaz” sonucu da çıkabilir veya “Yürü senin kim tutar” da, “Bu hedef olmadı ama 50 yıl sonra kesin Everest’e çıkarım” hayali de.
“Gelecek yıl yarı maraton (21 km) koşacağım” diye söyleyen birisini “iyi çok güzel” diye dinlerim. Ama koşabileceğini ancak azar azar yürümeye başlarsa düşünürüm. Yoksa oturduğu yerden o kişi Everest’e oksijen tüpü kullanmadan da çıkar, New York Maratonunu ters takla atarak da bitirebilir, tüm mal mülkünü yoksullara da dağıtabilir. Düşünce serbest. Değeri ancak küçük eylemle birleşince daha mantıklı olur.
O yüzdendir ki düşünce tek başına ne iyilik olur ne de suç, sadece eyleme dönüşme potansiyelini içerir. Tek başına anlamı yeterli değildir.
Demem o ki; kendinize güvenin, yaptığınız sahip olduğunuz her ne ise onlara sahip çıkın. Varsa bir hayaliniz küçük adımlarla o hayalinizin düşüncenizin peşinden gidin. Ferhat gibi dağları delemezseniz de karınca gibi o hayallerin peşinde an’ın keyfini çıkarırsınız.
Tarımla ilgiliyim. Bir dikili ağaç olsun, söyle bir tarlada yürümek, ekmek, çoğaltmak çok keyifli. Çanakkale Bayramiç’te de bu amaçla bazı girişimlerim var. Bayramiç ilçesi küçük, yeşil, şirin bir yer. Ama işi olmayanların uğramayacağı lokasyonda. Altınoluk’un daha kuzeyi deniz görmeyen kaz dağı tarafı gibi.
Oysa ben denize yakın olmayı da çok seviyorum. İşte deniz yakın olayım ama tarlalara da uzak olmayayım diye Çanakkale Assos’da birçok köyde kiralık satılık yer bakmıştım pandemi öncesinde. Emeklilik hayalleri olarak. Pandemi döneminde değerleri çok arttı, ulaşılmaz oldular. Pandemi zaten tüm hayalleri öteledi biraz.
İşte köy dolaşmalarımın birinde bir köy kahvesine uğramış çay içiyordum. Biri sordu “Nerelisin?” diye. Ben de “Urfalıyım” dedim. Yaşlıca amca “Olsun. Orası da bizim memleket” dedi. Ben bir şey demedim. Urfa’nın ilçelerinin çoğunluğu Arap ve Kürt kökenli. Hatta Siverek (ki Bucak aşiretinin yoğun olduğu yer) Zaza’dır. Merkezde Türk kökenli de var. Eskiden Ermeniler de varmış.
Bizim köy özellikli, bir köy. Halk ozanlarının çıktığı, kendine ait özel gelenek görenekleri olan bir iki benzer köyden biri. Oldukça da büyük ve şehir merkezine yakın. Urfa’da 3-4 ortaokul varken köyde de ortaokul varmış. 14 yaşıma kadar da Urfa’da yaşadım.
O yaşlı Amcaya diyemedim “Ben Urfalıyım ama Urfalılar benden değil”.
Urfa, 1980 öncesi 7 milletvekilinin 3 CHP, 3 AP bir MSP veya MHP arasında gidip geldiği bir yerdi. Sinemaları, konserleri, tiyatroları ve henüz bozulmamış gelenek ve görenekleri ile oldukça güzeldi.
Yıllar geçti dünya değişti, Urfa da değişti. Ancak başka yönde. Türkülerdeki “Karaköprü narlıktır, güzellik bir varlıktır.” kayboldu. Önce villalar, sonra apartmanlarla doldu. Çocukluğumuzda çok sık gittiğimiz komşumuzun nar bahçeleri ve deresinde yüzdüğümüz hatta balık tuttuğumuz yerler, “İnşaat ya Resulallah”, nüfus artışı ve göçün de etkisi ile hızla yok oldu.
Sonraki yıllarda “Artık Urfa’yı ben bile kurtaramam” deyip narsistik bir eda ile elimi ayağımı çektim. Arada çiğ köftemi, kebabımı yemeğe devam ettim. Sesi en kötü Urfalı olunca türkülerini dinledim bol bol.
Dağcılık, trekking dolaysıyla da Anadolu’nun çok yerine gittim. Her tarafı ayrı bir güzel, özel. Karadenizli de olabilirdim Egeli de. Bayramiç de benim mekânım, Antalya Mersin de. Hepsinde de mutlu olurum, yaşayabilirim.
Olsun işte. Urfa’da bizim memleket, Diyarbakır da Tunceli, Artvin de. Birileri kendilerini daha fazla vatanın sahibi sanıyor bazen. En çok sanan bazen en çok da aldanan ve o vatanı koruyamayan. Herkesin vatan sevgisi kendine göre.
Bir kimlikten sorunu olanlar, genellikle kendi kimliğinden rahatsız olan, bir anlamda gizlemeye çalışan gibi gelir bana. İster etnik kimlik, cinsel tercihler, isterse de dini kimlik olsun daha baskıcı abartılı ve karşıdaki reddedici inkara yakın bir dışlayıcı rolü benimsiyorlar. Bir anlamda aşırılıkları gizlediklerinin dışa yansıması gibi gelir bana.
Saflık övünç kaynağıdır, erillik, feodalite, bir yerli olmak, bir kimlikten bir mezhepten olmak.
Oysa çoğulculuk güzeldir, Karışmak iyidir. Bal binlerce çiçek özünden olur. Ondan güzeldir.
Herkesin sofraya getireceği bir lokma vardır, zenginleştirir. Herkesin sofrada oturacağı bir yer vardır. Yer açmak gerek. Kucaklaşmak gerek.
Geçenlerde Bulent Ortaçgil’in konserindeydim. Gitarda da Erkan Oğur vardı. Çok güzel, sözleri anlamlı, müzikalitesi yüksek parçaları keyifle dinledik. Bir parça da “Kendi kendine bir sor, nereye kadar” diye soruyordu. Aslında “aşk nereye kadar götürür ki bir ilişkiyi” diye devam ediyordu. Aşka dair yazmayacağım. Derdim sorularla.
İyi bir sohbette en önemli kısım belki soru sormak. Dinlediğine uygun, onu derinleştiren yerinde bir soru. Öyle olunca anlatılan daha da derinleşir, anlatan dinlendiğini anlaşıldığını hisseder. Farkında olmadan da daha çok paylaşır. Çünkü soru refleks olarak yanıtı düşündürtür. Yanıt paylaşıla bilir de. Ya da kişi kendine saklar. Bazen yanıt da yoktur. Olmaması da sorunun özelliğidir, katkısıdır. Daha önce o şekilde düşünülmemiştir.
Soru aslında yanıtını da içerir ve yanıtı yaratır. Dolaysıyla soru kıymetlidir. Soranı da ele verir. “Ne sordu, neden sordu, bu soruyla ne amaçlıyor?” diye. Bir anlamda soru soranı da deşifre eder.
Başkalarının bize sorduğu sorulara yanıt vermemiz veya yanıtını düşünmemiz daha kolaydır. Zor olan belki kendi kendimize sorduğumuz sorulardır. “Nereye kadar?” deriz. “Yetmedi mi?, “Bu artık son mu?” veya “mutlu muyum?”, “seviyor muyum?” diye sorarız.
Soruyu kendimize sorarken de engeller vardı. Genelde en kritik çalışılmadık yerden gelmez soru. Bir anlamda bilinçdışı sansürler. Soru yanıtını içerdiğinden o an uygun görülen yanıta, bahanelere uygun bir soru sorulur. Yanıt beklenmez veya olması gereken gibi de olmaz. O yüzdendir ki kendimize sorduğumuz soru da zordur, yanıtını bulmakta.
“El gövdede kaşınan yeri bilir” de ne yapacağını bilmez. Tekrar tekrar bazen sorup durur, etrafında dolanırız da ana konuyu es geçeriz. Bir başkası esas soruyu sorduğunda da ışık tutulmuş tavşan gibi donup kalırız orada. Sanki çıplak olarak yakalanılmıştır. Ruhun düşüncelerin en çıplak haliyle biri tarafından didikleniyor gibidir.
En kıymetli olan yol gösterici olan sorulardır. Sorular bizi yanıtlara ulaştırır. Ne sorarsak da er ya da geç onun yanıtları ile karşılaşırız.
Bazen “sorma” deriz. “sorma ne haldeyim? gibi. Bu da belki sor işte tam orayı sor, sor da hazırladığım yanıtları dökeyim ortaya. Bir anlamda çalışılmış yerdir “sorma!” denilen. Oysa esas soru başkadır.
“Kendi kendine bir sor” nereye kadar kaçar insan? Bir gün en kritik soruları kendimize sorduğumuzda yanıtımızın olması mı güzeldir yoksa o yanıtı aramak mı? Bulduğumuz yanıtlar istediğimiz midir? Soru yeterli midir yanıt için? Öz farkındalık da gerekmez mi?
Bugün söyle yapalım; Kendi kendine bir soru sor, yanıtını bilmediğin. Sonra tekrar o soruyu sor ve bu kez “yanıtını bilmek istiyor muyum?” diye de sor.
Her soruya illaki bir yanıt mı gerek? Yanıta gerek olmayan soru olamaz mı? Soru belki süreç, yanıt belki bir an. O an ki hayatın dengesinde bir yer. Hayat akar. Soru da değişir, o soruya yanıt da. Bazen bırakmak gerekir sanki soruyu. Hayat, bir gün her sorunun yanıtını verir, zamanı geldiğinde…
O zaman kendi kendine bir sor bakalım. “Nasıl gidiyor hayat?”.
Çoğunlukla bir konuda sohbette karşımızdaki söze başladığında ilk duyduğumuz sözcük “Hayır” oluyor. Devamında “hayır” denilen şey ile aynı görüşte olunsa bile o ilk refleks, koruma güdüsü veya bir şey mi kaçıyorum duygusu hâkim geliyor. Bize söylenen, anlatılan, dinlediğimiz, önerilen her şeye bir “hayır” demek sadece dil alışkanlığı mı? Daha içerde daha güçlü bir “hayır”ın dışa yansıması olabilir mi?
Her bir kişinin “hayır”ı kendine özeldir. Vardır elbet “hayır” demesinin bir sebebi diye düşünmek gerek.
“Hayır” demek itmek, bir şeyi uzak tutmak. “Evet” ise yakınlaşmak, içeri almak bir anlamda.
“Hayır” demek söylediğin doğru veya iyi değil demek. Oysa “evet” demek karşıdakinin anlatmak isteklikleri ile uyumlanmak, kabul etmek.
“Hayır” demek bazen her eleştiriyi, olumsuz olumlu değerlendirmeleri bütünüyle reddetmektir. Oysa “evet” demek benim de hatalarım olabilir, söylediklerinden nasıl yararlanabilirim demek.
“Hayır” bir anlamda olmaz demek. “Evet” ise “neden olmasın, nasıl mümkün olur”a kapı aralamaktır.
Bazen de öyle dalar ve korkularımızdan kurtuluruz ki bir boş anımızda söze “evet” diye başlar hemen ardından “hayır” deriz. “Evet Hayır” aslında tam da yakalandığımız noktadır. Evet denerek başladığı için pimanlıktır, korkunun yüze vurmasıdır, ürkekliktir.
“Evet” seninle aynı görüşteyim, haklısın diye anlaşılacaktır. O kalkanlar kuşanıldıktan sonra ise sonuna eklenen “hayır” ise bir kaçış alanını canlı tutmaktır. Güzel bir cümleye “ama” diyerek devam etmek gibidir. Gereksiz yere tedirginliktir.
“Hayır” diye konuşmaya başlayana sorsanız “neden hayır” göreceksiniz ki kendi “hayır”ına bile “hayır” diyerek başlayacaktır söze. Oysa hayatta iki “hayır” bir “evet” olmuyor. “hayır”lar daha bol oluyor sadece. Keyifle yakalamayı sevdiğim bir oyundur “hayır”ları izlemek.
Hayatı güzel kılan hayırları doğru yerde kullanmaktır. Hayır denmesi, hayatımızda sınır konulması, uzak tutulması gerekenler için gereklidir. O “hayır”ların gücü belki gereksiz “hayır”ların azalması ile olur. Her daim “hayır” diyenin gerçekten “hayır” dediği durumlar da sıradanlaşır bir süre sonra.
Benzer şekilde her şeye “evet” diyen uyumlu olmak, empatik, destekleyici olmak adına hayır diyememek de bu kez “evet”leri anlamsız kılar. Evet demek bilerek isteyerek anlayarak içselleştirerek olmalı.
“Evet”; “evet” olmalı, “hayır” da hayır. Yeterli yerli yerinde olsun. “Evet hayır” olmasın.