Zamanın birinde Ankara’da genç bir uzman yardımcısı göreve başlar. Çay ocağından iki çay söylemek için telefonu açar ve “Bana iki çay” der. Telefonun ucundaki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben Müsteşar Yardımcısıyım” der. Genç uzman yardımcısı da hemen “Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar. Müsteşar Yardımcısı “bilmiyorum” der ve genç uzman yardımcısı hemen çat diye telefonu kapar.
Biri “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda bu fıkra aklıma gelir. Yaşanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Benim de 17 yıl kamuda eski Hazine Müsteşarlığı’nda çalıştığım dönemde buna benzer hikayelerimiz, yaşanmışlıklarımız vardı.
Biri “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda aslında kim olduğunu muhtemelen bir kimlik üzerinden göstermek istiyordur. Bu kimlik de genellikle abartılmış hatta üstüne tam uymamış daha çok etiket, unvan tarzıdır. Sonradan edinilmiştir. Eklendiği için de aslında kişi henüz onu içselleştirmemiştir. Eğreti durur. Yama gibidir.
Diğer kimliklerinde hiçbir şey olan biri bu yeni kimliğine sıkıca sarılır ve ancak onunla var olur. “Sen benim kim olduğunu biliyor musun?” derken de aslında karşısındakinde olmadığını düşündüğü bir şey olma halinin egosu dışa vurur. Ya unvanı olan birinin yakınıdır ya bir makama atanmış, ya bir şekilde aniden zengin olmuş ya da bir camianın içinde olmanın verdiği kabadayılıkla korkusunu bastırıp dayılanmış biridir.
Genelde ortak olan, aslında yama gibi duran bu kimlik gittiğinde geri kalan halin göreceli bomboşluğudur. O nedenle yeni kimliği daha değerlidir. Her fırsatta göstermeye çalışır. Onun verdiği ayrıcalıkları her defasında kullanmak ister.
Kişi illaki karşıdakinden yeni kimliğinin görülmesini ona değer verilmesini ister. Ankara’da herkesin başkanım/müdürüm diye çağrılması bundandır. Kim olduğu bilinirse ancak değerlidir. Sıradanlık kahredicidir. Eskiyi hatırlatır. Bu yüzden de o yeni kimliği oyuncak bulmuş çocuk gibi sahiplenir. Bir türlü bırakmak istemez. Dış onay ister. Onsuz bir hiçtir.
O kimliği gitse bile onun duymak hoşuna gider. Hele bir de tekrar “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyebilecek konumu elde etme olasılığı varsa ve egosunu kabartmak için etrafından onu eski kimliği ile çağırır. Kişinin hayal dünyasında yitirilmiş kimliğin varlığı bir süre daha devam eder. Ön planda olmak ister farklı yollar dener, döner, değişir, yeni kapıları çalar.
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tavşanın suyunun suyu gibi en yakından en uzağa kadar yayılır. Özel kalem, makamın gücünü kullanır. Komutan eşi diğer eşlerin de komutanıdır. Ankara’da dayısı olan hep hatırlatır etrafındakilere kim olduğunu. Birinin yeğeni olmak, bir büyüğün eşi olmak, çocuğu olmak tüm kapıların açılması için yeterlidir.
Yüksek perdeden her konuşma aslında söylenecek bir şey olmadığını gösterir. “Kuyumcu bağırarak mal satmaz” denir. Kim olduğunu soran biri kim olduğunu bilmeyendir genellikle. Adalet terazisinin dengesini bozarken ortaya çıkar, hakkından fazlasını alırken, hak hukuk tanımazken veya ayrıcalıklar talep ederken olur.
Normal ayıp kaçar çünkü. Nasıl eşit olabilir ki? O nedenledir ki en küçük mevki sahibi gösterişli makamlar yapar kendine, en pahalı araçlara biner, çakarlı araçlar, korumalar, eskortlar olsun ister. Biri çantasını taşısın, kapı koluna bile dokunmasın, leb demeden “aman efendim peki efendim hay hay efendim” diyenler olsun ister. El pençe divan durulsun, hesap sorulmasın, dediği ikiletilmesin ister. Öneri dinlemez, emir verir. O kimlikte her şeyi en iyi o bilir. Olur da bunlar eksik olursa “sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye hatırlatma ihtiyacı duyar.
Gün olur devran döner. Bir gün kimlikler saçılır ortaya. Hakk’ın divanında mı halkın divanında mı dara çekilir. Hesap verir. Biri sorar o zaman “Sen kendinin kim olduğunu biliyor musun?
