Robo İmam Projesi

Diyanet bütçesi malum. Her kim dağ başı, yaylada ve küçük köye 3. camii yaptırırsa, köyde cemaat var mı yok mu okul var yol var mı demeden yüksek ücretli lojmanlı bir imam atanıyor. Ayrıca yurtiçinde ve yurtdışında itibardan tasarruf olmaz deyip on binlerce kişilik, on milyonlarca dolar maliyetli camiler de cabası. Kurumun da harcamaları ve bütçeden aldığı payı artıyor, ancak yetmiyor ek bütçe talep ediyor.

Harcamaların dışında imamlar zaman zaman devlet memuru olmalarına rağmen siyasete, her türlü hileye, dolandırıcılığa, ahlaksızlığa, cami içinde ve dışında katılabilenleri oluyor. İmam olmaları gereği de yaptıkları daha fazla tepki topluyor.

Özellikle imamların bazen youtuber/influencer olma hevesleri, anayasayı takmamaları, alabildiğince kendilerini cemaate şova kaptırmaları, güç peşinde koşmaları ve yeşil dolar tapkınlıkları, siyaseten gücün yanında yer kapma savaşları kamuoyunda İmamlara ve Diyanete karşı tepkileri de artırıyor. Zaten olmaması veya çok küçük olması gereken bu kurum genel bütçede her vatandaşın vergisi ile sadece bir grubun hatta bir mezhebin bazen bir tarikatın sesi oluyor.  

Buna ek olarak zaman zaman verdikleri fetvalar, 1400 yıldır sır gibi orucu neyin bozduğunu bile çözemeyen cemaat, söylenmesi bile suç olan çocuklara yönelik cinsellik içeren fetvalar, başka yerde olmayan bizde olan kandiller ve özel ritüeller, din dışı kuran dışı tarikat yapılanmaları bu karmaşayı artırdıkça artırıyor.

Bunlara kolay çözüm yolu var. Robo İmam.

  • Akıllı aslen robot imam.  
  • Bakım maliyeti oldukça sınırlı.
  • Yedeklenebilir seri üretilebilir.
  • Merkezi bir bakım ünitesi hızla aklı karışan veya bozulan imamın yerine birini gönderebilir bakımı yapabilir
  • Yetiştirmek için İmam Hatip okullarına gerek yok.
  • Yapay zekâ destekli, her türlü Kuran, Hadisler ilmihaller hatta diğer dinler ile ilgili karşılaştırmalı her soruya yanıt verebilir nitelikte,
  • Her dilde imamlık yapabilir, vaiz verebilir
  • Lojman, maaş, 5 yıldızlı otellerde eğitim şatafatlı bina, makam aracı, koruma derdi yok
  • Programı dışına çıkma şansı yok.
  • Hastalanma izin derdi yok
  • Anayasa ve yasalara sadık sadece inanç ile ilgili hususlarda derin bilgi sahibi
  • Dolandırma, camiye toplanan yardımları kişiselleştirme, kuran kursuna gelenlere yan gözle bakma, küçük çocuklara musallat olma gibi huyları yok
  • Bilgiler objektif o an iktidarda kim var, hangi tarikat Diyanette kümelendi gibi dönemsel farklılıkları yok
  • 15 Temmuz’daki gibi daha ne olduğu belli olmayan bir zamanda bir merkezi bir emirle aynı anda aynı şeyleri söyleyebilecek yapıdalar
  • Fetvaların ortak olması veya bölgeye, cemaate, güne, olaya göre hızla farklılaştırılması kolay
  • Bilgilerini yenileme, lüks otellerde meslek içi eğitim gibi sorunu yok. Hızla yazılım güncellemesi ile hepsi aynı anda aynı kalitede,
  • Cemaatin sevdiği istenilen herhangi bir kaliteli ses ile ezan okuyabilir, dua edebilir.
  • Kolaylıkla farklı dillerde de aynı faaliyetini sürdürebilir.
  • Zamanında ve eksiksiz olarak ritüelleri yerine getirebilir.

Ne dersiniz? Bu proje TÜBİTAK’da elemeleri geçer mi? Yoksa papaz eriğini imam eriği yapan proje ile mi devam edilir. 

Arada Kalma

Uzun yıllar Mart ayının ilk pazarında Antalya’da yarı maraton koşmak için ben ve ekürim Necdet Kenar Hillside Su otele giderdik. Bu, çoğunlukla hem koşu yarış sezonun açılışı hem de ilk denize giriş idi. Su sıcaklığı, hava nasıl olursa olsun denize girerdik.

Antalya’nın o dalgalı denizinde kıyıdan denize girerken ve çıkarken öyle bir yer vardır ki orada dalga gelir ve seni ters çevirir. Dalganın kırıldığı yerdir.

Girerken hızla yüzüp biraz açılman gerekir. Ancak çıkarken uzun sürer, dikkat etmek gerekir. O kırılma noktası olan bölgede fazla durulmaz ya daha kıyıya yaklaşacaksın ya da biraz da açılıp dalgalarla oynayacaksın.

Hayatımızın birçok anında yeterli kadar açılıyor, ileriye mi gidiyoruz yoksa kıyıda mı bekliyoruz belli değil. Ama en kötüsü ise o en kırılgan yerde ne geride ne ilerde ne kıyıda ne açıkta olunan nokta. Tam olmama eksik olma hali. Karasızlık, güvensizlik, tereddütlerle bir ileri bir geri misali hedefsizlik. Dolaysıyla da her dalganın hayatın her iniş çıkışının bizi daha çok etkilediği bir zaman dilimi, eylem hali.

İlişkiler bağlamında bakıldığında güzel bir duygusal ilişkide bir adım daha atıp birlikte yaşamamı yoksa bağı eksik tutup uzaktan sevmek mi arasında kalmak belki en çok yıpratan. Tam ne olduğu belli olmayan hal. Güvensizliği, bağlanma sorunu pekiştiren bir şey. Bir gün daha yakın, bir gün uzak hal. Ne kendini ilişkiye vermiş ne de uzak durma niyetini belli etmiş.

İlişkilerinde belki iyiye veya ayrılmaya evirildiği noktalarda oralarda. Ayrılıp uzak durmak da mümkün, kendini ilişkinin güvenli kollarına bırakmakta. Ama ortada kalmak sanırım en yıpratıcı olan. Çoğunlukla kadınlar tam da o noktada sorar; “biz şimdi neyiz?”.

Kıyıda taş mı sektiriyorsun denizde dalga ile mi yüzüyorsun? İlk büyük dalga geldiğinde kumlara geri mi kaçacaksın yoksa açılıp dalga ile salınacak mısın?

Neden öyle olur? Tam olmaz mı her şey? Çoğunluk her yaşanan hayatın her alanında her durumun farklı etkileri vardır. Her olayda hem avantajlar fırsatlar hem olumsuz yanlar tehditler olabilir. Bunları tartmak mümkün değildir. Bazıları altın terazisi ister, bazıları elektronik bakkal terazisi yeterlidir. Bazlılarına kantar az gelir. Bazıları tartıya vurulamaz.
Her bir kişinin terazisi kendi hayatındakileri ayrı tartar. Dolaysıyla her zaman iyileri düşündüğümüzde bizi sarıp sarmalayan mutlu eden pozitifler olacaktır. Ama olumsuzlukları düşündüğümüzde de tereddüt yaratan, karar almanızı geciktiren bizde kaygı uyandıran durumlar olacaktır. Buna kişi karar verir. Bir başkası kişi yerine karar veremez.
Bazen tartmak da istemeyiz. Sonucundan korkarız. Bazen güzellikleri ön plana çıkar bazen umutsuzlukla boğuşuruz. Bir anlamda kendi kendimize ket vururuz. Ne ileriye gider ne geri çekiliriz.

Gerekli olan öz farkındalık aslında. Ne istediğini bilmek iyidir. Ama ne istemediğini de bilmek gerekir. Zaman değişir iyiler de istekler de tehditler de fırsatlarda değişir. Bu hayatı dinamik tutar. Her geçen gün biz değişiriz, hayat değişir hayatla birlikte biz yeni yeni fırsatlar tehditlerle yeni kararlarla karşılaşırız.
Her kimliğimizde performansımız farklı olur. Hızla yatırım kararı alan biri sevdiğini yaklaşmaktan imtina edebilir. Bir gün de istifa eden biri yıllarca kötü bir evliliğin içinde debelenip durabilir.

Özgürlük hayatta istediklerini yapabilmek değildir, istemediklerini yapmamaktır. Arada kalmak yerine isteklerimize sıkıca sarılmaktır belki ihtiyacımız olan.

Derdi Dert Etme

Bugüne kadar gördüğüm en büyük çam ağaçlarından biriydi. Gödence köyünde bir çeşmenin hemen üzerindeydi. Tüm haşmetiyle fotoğraflamak istedim. Uzaklaşınca o büyüklük fotoğrafta kayboldu. Yine yazmak istedim onu. Bir gün o çamın altına gidip ocağımla çay demleyip ağustos böceklerinin müziği eşliğinde çayımı içeceğim. Sarılırım muhtemelen. Mutlaka söyleyecekleri, anlatacakları vardır. Bu kadar zaman yaşanmışlıklarından kalanlar vardır. 

Yaklaşınca odaklanınca büyüyen uzaklaşınca odağımızı değiştirince küçülen ne çok şey var belki.

Herkesin yarası kendinedir. Aynı dert ayrı yerden acıtır insanı. Her birimizi farklı etkiler.

Kimi sürekli düşünür durur. Kimi hemen unutur, başka şeylere dalar.

Kimi sürekli göz önünde tutar. Kimi ardını döner, önüne bakar.

Kimi yakınında tutar kontrol etmek için, kimi uzaklaşır alıp başını gitmek için.

Her dert ayrı şekilde tınlatır gönül telimizi. Her biri ayrı türkü olur çalınır. Her âşık farklı sözcüklerle anlatır.

Kimi dert diye ölümü anlatır, kimi ayrılığı daha zalim görür.

Kimi sıla hasretiyle yanar, kimi diyar diyar dolaşır, avunmak ister.

Her türküde dertler farklılaşır, çoğalır. İnce dertlere tabip saramaz.

Her derde derman bulunmaz. Dert bazen derman olur.

Derman ellerimizdedir oysa. Geç anlaşılır. Derdimizle dertleşiriz. Barışırız o zaman. Huzura ereriz. Sakinleşiriz.

Olduğumuz haldeki iyilikleri, olumsuzlukları dertleri de kabulleniriz. Bu çaresizliğin verdiği bir kabulleniş değildir. O an olana olunana saygıdır. Olanı kabullenmedir.

Hayat devam eder. Bazen iyi şeyler daha yakınlaşır, onlara odaklanırız, mutlu oluruz. Bazen olumsuzluklar yakınlaşır karamsarlığımız artar bize kendimizi kötü hissederiz.

Oysa olan ne varsa olduğu gibidir. Öyle değil midir?

Kuşkonmazlı Omlet

Kuşkonmaz en sevdiğim sebzelerden. Yetiştirmek içinde çeşitli kereler plan yaptım hala aklımın bir köşesinde. Yemek olarak belki 10 veya daha çok değişik versiyonları denedim. Her durumda şahanedir Hatta bir ara story’lere koyduğum kuşkonmazlı yemeklerden dolayı üretici şirketlerin sahibi benmişim gibi siparişler bile alıyordum DM’den.

Mart sonu topraklar ısınmaya başlayınca kuşkonmazlarda sivrilip toprağın dışında yüzlerini gösterirler. Toprak üstünde birkaç günde 25 cm. geçer ve kesilecek hale gelirler. Çok yıllık bir sebzedir. İlk ürün 3. Yılda ve fidan ile 12 yıl neredeyse hasat yapılabilir. Yabanisi de farklı adlar altında yöresel pazarlarda zaman zaman satılır.

Biraz pahalıdır. Ama bugün marketlerde sebze fiyatlarını görünce kuşkonmazın hakkı diyorum. Ben genelde ilk sezonun başları Mart ayında ve temmuz gibi sonlarda almak yerine en uygun bol olduğu nisan sonu mayıs ve haziran aylarında almayı tercih ederim. En uygun fiyat dengesi de oluşunca bol bol alır derin dondurucuya zor günler için koyarım.

Bu kuşkonmaz omlet bir sabah Belgrad Ormanı koşu sonrası evde kendime yaptığım. Yeni şeyleri çoğunlukla ilk kendimde denerim. Kuşkonmazlar biraz ince. Yumurtanın akı ve sarısı ayrıştırılmış halde. Yanda bir tavada çeri domates, biberler.

Annemin “oğlum hepsi mideye gidiyor karışıyor ne gerek var bu kadar uğraşmaya” derdi. Ben yemekleri sadece karın doyurma aracı bir beslenme aracı olarak bakmıyorum. Malzemenin alınmasından pişirilmesini hayale etmekten servi tabağındaki hali bir bütünlük içinde görüyorum. Hepsi büyütün içinde keyif veren parçalar.

Bu omlet fotosu eski Instagram hesabımda vardı. Kapanmış ve geri alamamıştım. Oradan bazılarını zaman zaman tekrar yayınlıyorum.

Yemek, hayattaki anlamlı davranışlardan biridir. Nasıl yaptığınız çok önemli.

İbrikçibaşı

Eski zamanlarda tuvalete gidildiğinde orada su için ibrik alınır, ibriklerin başında da ibrikçibaşı olurdu. Kişi tuvalete gittiğinde oradaki ibriklerden birini alır, İbrikçibaşı “Onu alma bunu al” der. Aynı kişi ertesi gün tekrar gittiğinde bu kez dün önerileni almak ister. İbrikçibaşı “onu alma şuradaki al” der. Kişi her gittiğinde sürekli “onu alma bir başkasını al” diye duymaktan bıkar.  “İbriklerin hepsi aynı. Neden her defasında bu şekilde onu alma bunu al diyorsun” der. İbrikçibaşı da “ben koskoca ibrikçibaşıyım. O kadar da forsum olsun değil mi” der.

Her kim ki makamının mevkiinin unvanının verdiği yetki ile öyle olmasında böyle olsun dediğinde benim aklıma nedense ibrikçibaşı fıkrası gelir. Bakın etrafınıza ne çok ibrikçibaşı vardır. Kamusal işler veya klasik devlet işleyişinde çok fazla ibrikçi başı vardır. 

Her durumda sonucu belli konularda illaki benim dediğim olsun durumu farklı bir ruh halidir. Kişi kendini içerikle amaçla değil de yaratılan süreç ile oyalar. Hoş gelir bir zaman bu şeyler. Bununla geçiştirilir. İlla da o olmasın bu olsun dendiğinde bir zaman sonra “yeter” denir. “ben istediğim ibriği alıyorum. Sonuçta hepsi bir temizliğe hizmet edecek. Amaç da bu değil mi?” denir ve yola devam edilir.

Hayatın bir yerinde sorunu çözmek ve kolaylaştırmak ile sorun yaratmak ve işi yokuşa sürmek zorlaştırma ile karşılaşırız. Kişi bazen çözümün bir parçası olmak ister, el atar. Bazen sorunun bir parçası olur, dert katar.

Hayat yolunda seçenekler zaman zaman bizi de bu yol ayrımına sürükleyebiliriz. Nerede durduğumuz bütünsel tercihlerimizin de bir yansımasıdır. Yani sorunu çözmek isteyenler veya en azından nötr kalıp zarar vermeyenlerle sorunu yaratıp çözülmez hale getirenler basit, anlık bir tercih değildir. Bütünün yansımadır.

“Ne yapmalı? Nasıl yapılır? Ne olsa daha iyi olur? demek size çözümle ilgili seçenekler sunar. Düşünceler çözüme odaklanır. Kısmen neden olmadığını da iyi bilmek önemlidir. Ancak asıl önemli olan ileriye bakmaktır.

Çözümsüzlük genelde sorunun kendisine değil yansımasına odaklandığında ortaya çıkar. Bir anlamda çözmek değil de çözülmediğinde ne olacağı önemlidir. Hatta çözümsüzlük bazen talep de yaratır ilgiliye. Belki çözer umudunu yaşatır bir süre. Oysa sorunu yaratan çözümü yaratamaz. Sorunun kendisi çözümün parçası olmaz. Sorunu çözmek yerine ibrikçibaşılık yapıp yeni yeni başka sorunlar yaratır habire.

Sorunların artması çözümleri sis gibi bir süre gizler. Oysa sis dağılır; gün, tüm aydınlığı ile ortaya çıkar. Çözüm umuda göz kırpar.  

Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor Musun?

Zamanın birinde Ankara’da genç bir uzman yardımcısı göreve başlar. Çay ocağından iki çay söylemek için telefonu açar ve “Bana iki çay” der. Telefonun ucundaki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben Müsteşar Yardımcısıyım” der. Genç uzman yardımcısı da hemen “Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar. Müsteşar Yardımcısı “bilmiyorum” der ve genç uzman yardımcısı hemen çat diye telefonu kapar.

Biri “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda bu fıkra aklıma gelir. Yaşanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Benim de 17 yıl kamuda eski Hazine Müsteşarlığı’nda çalıştığım dönemde buna benzer hikayelerimiz, yaşanmışlıklarımız vardı.

Biri “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorduğunda aslında kim olduğunu muhtemelen bir kimlik üzerinden göstermek istiyordur. Bu kimlik de genellikle abartılmış hatta üstüne tam uymamış daha çok etiket, unvan tarzıdır. Sonradan edinilmiştir. Eklendiği için de aslında kişi henüz onu içselleştirmemiştir. Eğreti durur. Yama gibidir.

Diğer kimliklerinde hiçbir şey olan biri bu yeni kimliğine sıkıca sarılır ve ancak onunla var olur. “Sen benim kim olduğunu biliyor musun?” derken de aslında karşısındakinde olmadığını düşündüğü bir şey olma halinin egosu dışa vurur. Ya unvanı olan birinin yakınıdır ya bir makama atanmış, ya bir şekilde aniden zengin olmuş ya da bir camianın içinde olmanın verdiği kabadayılıkla korkusunu bastırıp dayılanmış biridir.

Genelde ortak olan, aslında yama gibi duran bu kimlik gittiğinde geri kalan halin göreceli bomboşluğudur. O nedenle yeni kimliği daha değerlidir. Her fırsatta göstermeye çalışır. Onun verdiği ayrıcalıkları her defasında kullanmak ister.

Kişi illaki karşıdakinden yeni kimliğinin görülmesini ona değer verilmesini ister. Ankara’da herkesin başkanım/müdürüm diye çağrılması bundandır. Kim olduğu bilinirse ancak değerlidir. Sıradanlık kahredicidir. Eskiyi hatırlatır. Bu yüzden de o yeni kimliği oyuncak bulmuş çocuk gibi sahiplenir. Bir türlü bırakmak istemez. Dış onay ister. Onsuz bir hiçtir.

O kimliği gitse bile onun duymak hoşuna gider. Hele bir de tekrar “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyebilecek konumu elde etme olasılığı varsa ve egosunu kabartmak için etrafından onu eski kimliği ile çağırır. Kişinin hayal dünyasında yitirilmiş kimliğin varlığı bir süre daha devam eder. Ön planda olmak ister farklı yollar dener, döner, değişir, yeni kapıları çalar.

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tavşanın suyunun suyu gibi en yakından en uzağa kadar yayılır. Özel kalem, makamın gücünü kullanır. Komutan eşi diğer eşlerin de komutanıdır.  Ankara’da dayısı olan hep hatırlatır etrafındakilere kim olduğunu. Birinin yeğeni olmak, bir büyüğün eşi olmak, çocuğu olmak tüm kapıların açılması için yeterlidir. 

Yüksek perdeden her konuşma aslında söylenecek bir şey olmadığını gösterir. “Kuyumcu bağırarak mal satmaz” denir. Kim olduğunu soran biri kim olduğunu bilmeyendir genellikle. Adalet terazisinin dengesini bozarken ortaya çıkar, hakkından fazlasını alırken, hak hukuk tanımazken veya ayrıcalıklar talep ederken olur.

Normal ayıp kaçar çünkü. Nasıl eşit olabilir ki? O nedenledir ki en küçük mevki sahibi gösterişli makamlar yapar kendine, en pahalı araçlara biner, çakarlı araçlar, korumalar, eskortlar olsun ister. Biri çantasını taşısın, kapı koluna bile dokunmasın, leb demeden “aman efendim peki efendim hay hay efendim” diyenler olsun ister. El pençe divan durulsun, hesap sorulmasın, dediği ikiletilmesin ister. Öneri dinlemez, emir verir. O kimlikte her şeyi en iyi o bilir. Olur da bunlar eksik olursa “sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye hatırlatma ihtiyacı duyar.

Gün olur devran döner. Bir gün kimlikler saçılır ortaya.  Hakk’ın divanında mı halkın divanında mı dara çekilir. Hesap verir. Biri sorar o zaman “Sen kendinin kim olduğunu biliyor musun?

Gerzeklik Sınırı

Küfür edemiyorum. Keşke edebilsem. Bazen gerekli. En büyük küfürüm veya ağır sözüm belki gerzek. Geri zekâlı anlamında. Bu zekası eksik değil de normal zekasını kullanmayanlar için bir ifade diye algılamak gerek. Çok da fazla kullanmam. Onun yerine gerzeklik sınır kavramını geliştirdim. Etraf gerzeklik dolu ve her defasında gerzekliğe yorum yapmak yerine ancak belirli bir sınır aşınca aksiyon alıyordum. Bu hayatta, işte, yaşamın her alanında. Kontrol bende ise belirli bir gerzeklik sınırına kadar toleransım gelişti. Takmıyorum, görüyorum ama normal karşılıyorum.

Örneğin devlette 17 yıl kadar çalıştım. 1990 yılında yabancı bir bankadan devlete geçerken o günkü ODTÜ’deki hocalarımdan bazıları devlet çok kötü geçme demişlerdi. Serde ODTÜ’lülük vardı. Kötü ise bir yerinden düzeltmeye başlamak gerekti. Çalışırken o kadar abuk şeyler olurdu ki; çözüm üretmek yerine sorun yaratan şeyler. İyi okul mezunu ama iş üretirken bir şekilde aklını zekasını bir yerlerde unutmuş, kiraya vermiş olanlar. Durup bakardım. Anlamakta zorlanırdım. Çoğu kere her gerzeklik durumuna hemen tepki vermezdim. Zaman tanırdım kendime, ertesi günü beklerdim bazen. Sonra başka bir gerzeklik olunca da bir önceki kaybolurdu. Yine tepkiyi öteler, ertesi günü beklerdim. Ama bazı günlerde bazı konularda gerzeklik sınırı aşılırdı. O zaman tepkim de anında olurdu.

Yıllardır örneğin seçim dönemlerindeki pankartlara tepki vermeyi bıraktım. Zekâ düzeyimle alay eden gerzeklik seviyesindeki şeylerle muhatap olmadım. Beynimin tek hücresini bile o pankartlardaki alışılmış sloganlara abukluklara yorum için kullanmamaya başladım. Çok da iyi oldu. Yoksa işyerinden çıkıp da eve gelene kadar yolda onları okuyarak ilerlemek trafik kazasına neden olacak sinir bozukluklarını yaratacak cinstendi. Muhtemelen o sloganların da alıcısı vardır ki o kadar pankartlar hazırlandı ve karşılığı oy olarak alındı. Yoksa sloganı yazanlar gerzek mi? Şimdi haberleri izlerken de arada iktidar/muhalefet politikacıların demeçlerine de aynı şekilde bakıyorum.

Bugüne geldiğimde daha sakin huzurluydum. Depremde göz göre göre bir çadır bile kuramayan, iki tas çorba dağıtamayan, bir battaniyeyi üşüyenin sırtına veremeyen asli görevi afetlere hazırlık olan kurumların çaresizliğini, açıklamalarını, enkaz altında on binler varken “moloz” kaldırma ve 1 yıl sonra bitecek ev planlarını,  “kader”ine terk edilenleri görünce ülke olarak bir sınıra gelmiş olabileceğimizi düşündüm. 

Bu deprem ülkemizde gerzeklik sınırının fazlasıyla aşılmasına ve bunun fark edilmesine neden oldu ise bir kazanç yaratacak.  Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemek, her defasında suçu “Allah”a havale etmek ve yine aynı şekilde düzene devam etmek son olur diye bir umut var içimde.

Bazı değişimler sancılı olur, gerzek olanlar gerzekliğini bilmez, başkası bilir. Anlamasını da beklememek gerekir. Ülke olarak yüksek kat vaadinde bulunan belediye başkan adayına oy veren, imar affını dört gözle bekleyen, kağıt üzerinde mevzuatını AB standardı yapıp, insan kalitesini bürokratik düzenini Ortadoğu bataklığında unutan, insan canı pahasına her türlü hırsızlığı gönül rahatlığı ile yapanlar, yeşil dolar tapkınları, buna çanak tutan, izin veren, göz yuman, bakan, görmeyen, idrak etmeyen her kimse kimlerse sanırım artık tıkandı bir yerde. 

Gitmiyor, bu kadar. Bu kadar gerzeklik fazla. Benim için de gerzeklik sınır aşıldı. Yeter.

Not: Bu foto Kazdağları doğa yürüyüşünden. Dağda doğada bunu görmek ne güzel, ama şehrin göbeğinde bina enkazının buna benzemesi üzüntü verici.

Kızımla Haller (4): Türküler ve “Baba, cildime zarar veriyor”

Ben oldum olası türküleri mırıldanmayı çok severim. Çocukluk anılarımda bol bol cem törenleri, âşıklar, türküler var. Kısas Köyü de âşıklar cenneti. Bereketli topraklar. Urfalıyım ama sesi en kötü Urfalı. Zaten “ben Urfalıyım ama Urfalılar benden değil” derim. KelebekCobani blog sayfamda “Acı biber ve kırmızı çizgiler” başlıklı yazımda bahsetmiştim.

Derler ki Urfa’da sokaktan birini bulup sahneye çıkarsan albüm yapacak sesi vardır. Ben o değilim. Hırs yapıp rakı masasında en azından detone olmadan eşlik edeceğim üç beş güzel türküyü okuyacak kadar şan dersi alma planlarım var, o ayrı.

Tek başıma veya kızımla yürüyüşlerimizde ben sürekli kötü sesimle türkü mırıldanırım. Bugünkü gençlerin çok da dinlemediği müzik türü, türküler. Mırıldanırken kızım “Baba! Lütfen söyleme” derdi. Ben de “Kızım söylerken ben mutlu oluyorum”. O da “Baba ama ben mutsuz oluyorum” derdi.

Bazen de “Baba sen türkü söyleyince cildime zarar veriyor” derdi. Yani söyleme de ne yaparsan yap. O zamanda susup ben de içimden söylemeye devam ederdim. “Baba, duyuyorum” derdi. Ya da biliyordu ki türkü söylemeden babam durmaz.

İçinden söylenenleri de duymak ne güzel. Benim de olmuştur. Arada tahmin edebiliyorum düşünceleri. Bu durumda da “o zaman benim ne düşündüğümü biliyorsun söylememe gerek yok” denebiliyor. Bildiğimi gizliyorum ya da bildiğimi sanıyorum. Neyseki konumuz türküler.

Makul bir süre içerisinde “duduk, mey, kaval” ile sesim yerine nefesimle eşlik edeceğim onlara. Kelebeklere çobanlık yapacak isem gerekli değil mi?

Türküler ile ilişkim hayatımın her alanında sanırım devam edecek. Pozitif psikoterapide artık eğitimler bitti. Bir yıldır tez vereceğim. Kaynaklar konu her şey tamam oturup yazmak gerek. Tez konum türkülerdeki dert kavramı ile pozitif psikoterapide danışanın getirdiği sorunlar, semptomlar arasındaki ilişki. Türkülerdeki derdi dert edinmişim yani.  

Türküler ki insanlarımız her türlü duygularını onlar aracılığı ile dile getirmişler. Çoğu dertle ilgili, tabibin saramadığı dertler. Derde derman olan, bin derman ile değişilmeyen dertler. İnsanımız, başına gelen şey için felekten hesap sormuş türküler aracılığı ile.

Kimi zaman alaya almış, söğüt dalına yuva yapan mandaya türkü yakmış. Kimi zaman başkaldıran tombul memeler dolaysıyla kavuşmayan düğmeleri yazmış. Ya da eş diye koynuna sokulan bir uşak çocuk dolaysıyla sitemde bulunmuş, iki dağın arasında sıkışan gelin.  

Pir Sultan olmuş, Hızır Paşaya ve onların yeni versiyonları basmış kalayı, biat etmemiş. “Şah” dediği için dara çekilmiş. Dostun attığı gülden incinmiş de zalime uyanların attığı taşa ses etmemiş.

“Saltanatın boşu boşuna” demiş Âşık Mahsuni. Yetmemiş “Defol git benim yurdumdan Amerika katil katil” demiş. Mahpushanelere konulmuş.  

Türkü söylediği için yakılmış, kendisi can yakmamış, “Türküler yanmaz” demiş. “Çalacaksak saz çalalım” demiş.  “Halk aşığı” okuryazar değil diye hor görülmüş, takii o türküleri Ruhi Su okuyunca bir başka bakmış.

Neşet gibi “cahil olup dünyanın rengine kanmış” ama bu kanmalar kendi çıkarına, işine geldiği için olmamış, aşk için kanmış, öyle sanmış.

Âşık Veysel olmuş “Derdimi söylemem dertsiz insana, dert çekmeyen dert kıymetin bilmez” demiş. Nasrettin Hoca damdan düşünce her kafadan bir ses çıkıp öğütler çoğalınca “bana damdan düşen birini getirin” demiş. “Beni bu derde salanı getirin” demiş. Derde derman aramışlar, derde düş olmuşlar.

Çoğu aşk için, ayrılık için yazmış, çığırmış. Tartmış ayrılığı, ölüm elli dirhem fazla gelmiş. Ya da Karacaoğlan gibi her gördüğü güzel yakmış abayı. Gördüğü üç güzelin büyüğünü de sevmiş küçüğünü de. Karar veremediğinden mi haksızlık olmasın diye mi bilinmez. Her güzelin hakkını vermiş.

En çok da umutla bakmış yarınlara. Onca acı yoksulluk dert içinde. “Ne de olsa kışın sonu bahardır, bu da gelir bu da geçer” demiş. Yaşamın her anını ya ağıtla ya halayla karşılamış. Ama hep günün sonunda sabaha uyanacağını düşlemiş.

Dilden dile bugüne gelmiş. Aynı türkü Türkçe de, Ermenice de, Farsça da, Kürtçe de türlü dillerde okunmuş. Farklı kelimelerle anlatmışlar. Kim önce söylemiş bilinmez. Aynı pınardan su içen bülbül olmuş, şakımışlar. Ağıtlar yakmışlar aynı melodi üstüne, el ele halaya durmuşlar. Ama duyunca sazın telini, dudukun meyin kavalın sesini her birinin yüreği aynı yerden tınlamış, aynı duyguları yaşamışlar.  

Türküler etrafında birleşmişler, cem olmuşlar. Dilden dile kalpten kalbe dolaşıp durmuşlar. Denir ki türküler var oldukça ülkemiz de var olacaktır. Hayatınızda türküler olsun, aşk olsun. Türkü dinlemeyen, şarap içmeyen haddini bilmeyen hayatımızdan uzak olsun.

Yabani Trabzon hurması ile ilk tanışıklık

Dün kamp yerinde alışveriş için şehir merkezine inerken dar yayla yolunda çamur dolaysıyla çekme karavanı ile yolda kalmış birine rastladık. 4 kişilik zıpkın gibi fişek gibi delikanlı ekip ile ona yardım edip en azında geri dönmesini sağladık.

O arada ben yol kenarında küçük meyveleri olan bir ağaç gördüm. Yürüyüşlerde meyve bulmak, dalından yemek benim için ayrı bir keyiftir. Bilen bilir, dalarım hemen. Algılarım iyi çalışır. Biraz da zorlanarak ve kayıp düşmeyerek bir miktar koparabildim. Görüntüsü biraz muşmula gibi idi ama değildi. Büyüklüğü ise iri fındık tanesi kadardı. Koparıp hemen yediğimde koyu renkli olgun olanların tadı bildiğim Trabzon hurmasına çok yakındı. Ama küçücük olması şaşırtıcıydı. Yabani armut, ahlat da küçücük nerdeyse aynı boyda. Demek ki yabani olanlar öyle aşılanmayı bekliyor sessizce veya kendi hayatını sürdürüyor öylece.

Bugün de dönüş yolunda arabayı durdurup ben yine daldım ağaca ve daha fazla topladım bu kez. Biraz önce eve vardığımda Google amcaya sordum ki “Yabani Trabzon Hurması” imiş. İlk kez yiyordum. Çekirdeklerini sakladım.

Kaldığımız yer Yalova/Çınarcık’a 30 dk. mesafede Erikli Şelalesi Kamp alanı. Onlarca çadır yeri için dere yanına, ağaç altlarına, hatta üstlerine ve orman içinde ağaçlardan yer yapılmış. Küçük bir restoran ve tertemiz tuvaleti olan ulaşımı kolay bir yer. Çadırda kalmam diyenler için bungalovlar da var. Sahibi de oldukça ilgili, düzgün, aklı başında biri. Ateş yakmak için hazır odunlar da var. Etrafta bol tavuk, ördek, köpek var. Kampçılarla kaynamışlar. Yaz dönemi hariç genellikle çok sakin. Hele bu mevsimde bayağı az kişi vardı. Cumartesi gelenler olmasa neredeyse bir tek biz vardık. Yazın gittiğimizde çok zor çadır yeri bulmuştuk. O zaman bile çok keyif almıştık. Kalabalığı hissetmemiştik.

Kamp yerinden 15-20 kısa bir yürüyüş ile şelalelerin olduğu yere gitmek mümkün. İsteyen yaprakların üstünde dalların arasında orman içinde de yürüyüş de yapabilir. İsteyen kamp ateşi etrafında pinekleyebilir.  

Yarın Pazartesi, dünyevi hayat bizi bekliyor. Ama bu kez daha hazırım haftaya, hayata.

Eyleminiz Bol Olsun.

Son zamanlarda daha sakin, daha pozitif ve daha andan zevk alır hale doğru evrildiğimi fark ediyorum. Oysa bakınca neredeyse gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz ve bize söylenen her alandaki işler hiç de “Şimdi Reklamlar” ve eskiden çokça meşhur “İcraatın İçinden” gibi değil.

Sızlanmak, negatifi tartışarak var olan enerjimizi de tüketmek yerine neler yapılabilir veya en azından neler iyi diye bakılabilir. Bizimle ilgili etrafımızla ilgili olumlu şeylere odaklanıp bunları artırdığımızda, iyiliklerimizi paylaştığımızda eminim ki dış koşullar resmi haber kanalları dışındaki var olan dünya koşulları değişmese de “yaşamak güzel şey be kardeşim” denecek çok şey olduğu görülecek.

Ben bundan dolayı mutluyum. O yüzden hem toplulukları önemsiyorum ama bireyin kendisinin de oldukça önemli olduğuna inanıyorum. Evet “bir şeyler var değişecek” önce bireyden başlayacak.

Bazen basit şeyler için enerjimiz kalmaz. Normalde bol keseden destekler, çözümler “Hadi şimdi!” dediğinizde o kitlelerden bir şey istediğinde veya eyleme geçmeleri gerektiğinde “hüloğğğğ” sesleri geliyor mu? Emin değilim. Düşünce ve eyleme geçiş arasında uzun ince bir yol vardır.  

Benim çok sevdiğim bir karikatür vardı. Nedense kaydetmemişim bir yere de kopyalamamışım. Önde biri bir pankart taşıyor. “Destekliyorum.” Arkada koca bir kalabalık, herkes “ben de” pankartı taşıyor. (orijinali “Karşıyım” idi bu arada, küçük bir değişiklik yaptım). Düşündüğünüz ne ise az da olsa eyleme geçirin.

Ben “İyi bir düşüncenin çok da anlamı yok, eyleme dönük hali yok ise” derim. Örneğin bana büyük ikramiye çıksa bunun yarısını ihtiyacı olanlara dağıtırım” diye düşüncenin benim için ahlaki bir değeri yok”. Ama cebindeki 100 TL’nin yarısını paylaşıyorsa, en ihtiyaç anında yanında oluyorsa daha değerli değil mi?

Bence bu düşünceyi destekleyen küçük büyük eylemler o kişinin o düşüncesinin değerini artırır diye düşünüyorum. Sorsan herkes paylaşımcı, etik, ahlaklı, liyakata değer veren, eşitlikçi vs. gerçekte fırsat eline geçse ne olur; Zayıfı gördüğünde ezer mi? Makam mevki verildiğinde reddeder mi?

Aktüerya Biliminde biz buna “Kredibilite Teorisi” diyoruz. Daha önceki yaşanmışlıklarına, eylemlerine deneyimlerine bakar, onların sonuçlarına eğilimine değişimine göre gelecekte yapabileceğin şeyleri tahmin etme hali. Bir anlamda yaptıkların yapacaklarının teminatıdır.

Böyle bakınca “De get! Senden adam olmaz” sonucu da çıkabilir veya “Yürü senin kim tutar” da, “Bu hedef olmadı ama 50 yıl sonra kesin Everest’e çıkarım” hayali de.

“Gelecek yıl yarı maraton (21 km) koşacağım” diye söyleyen birisini “iyi çok güzel” diye dinlerim. Ama koşabileceğini ancak azar azar yürümeye başlarsa düşünürüm. Yoksa oturduğu yerden o kişi Everest’e oksijen tüpü kullanmadan da çıkar, New York Maratonunu ters takla atarak da bitirebilir, tüm mal mülkünü yoksullara da dağıtabilir. Düşünce serbest. Değeri ancak küçük eylemle birleşince daha mantıklı olur.

O yüzdendir ki düşünce tek başına ne iyilik olur ne de suç, sadece eyleme dönüşme potansiyelini içerir. Tek başına anlamı yeterli değildir.

Demem o ki; kendinize güvenin, yaptığınız sahip olduğunuz her ne ise onlara sahip çıkın. Varsa bir hayaliniz küçük adımlarla o hayalinizin düşüncenizin peşinden gidin. Ferhat gibi dağları delemezseniz de karınca gibi o hayallerin peşinde an’ın keyfini çıkarırsınız.

Eyleminiz bol olsun.